İlhan Kesici- AKP’nin ekonomik başarısı “üfledikleri efsaneler”den ibarettir
İlhan Kesici, "Hayır"ı Cumhuriyet tarihinin büyüme rakamlarını AKP'nin ekonomik performası ile karşılaştırarak globalist bir ekonomistin bakış açısıyla değerlendiriyor.
NASIL: Referandum tercihleri ve anayasa değişikliğinin ekonomik belirleyenlerine geçmeden önce Ak Parti dönemi ekonomi politikaları ve performansı üzerine genel bir değerlendirme yapmanızı istesek…
Ak Parti dönemi Türkiye’nin kesintisiz en uzun hükümet dönemini yaşayan ve halen de yaşamakta olan bir tek parti dönemidir. Bu bakımdan bu dönemin değerlendirilebilmesinde her türlü genellemeyi yapmamıza olanak veren bir süredir bu. Bir yıl, iki yıl, veya birkaç yıl olsa böyle bir genellemeyi yapmamız çok doğru olmayabilirdi. Ama bu çok uzun bir dönem, kesintisiz tam 14 yıl tek başına iktidar.
Ekonominin değerlendirilmesinde teker teker bakılacak olursa yüzlerce parametre kullanılabilir. Ama bunun altından kalkılamaz. Dünyanın herhangi bir ülkesinden bakan bir insan Türkiye ya da her hangi bir ülke ekonomisinin ne durumda olduğunu anlayabileceği tek bir gösterge ile ekonominin genel durumunu rahatça anlayabilir. Bütün bu parametrelerin hepsinin bileşkesi “ekonomik büyüme”dir. “Yıllık ortalama ekonomik büyüme hızı”.
Ne söylüyor bize büyüme rakamları?
Yıllık ortalama büyüme hızını verdiğinizde örneğin 14 yılın yıllık ortalama büyümesi şu kadar derseniz Güney Kore’dekiler de Kuzey Amerika’dakiler de o tek bir rakamla ekonominizin ne olduğunu anlarlar. Türkiye ekonomisinin çapı buymuş, performansı buymuş diye. Ardından bunun çok mudur az mıdır filan bir de mukayese edilmesi lazım. İster kendi ülkenizle ister dünyadaki başka ülkelerin performanslarıyla mukayese edebilirsiniz. Bu şekilde daha net bir anlayışa sahip olabiliriz. Böyle bir değerlendirmeyle ben Ak Parti’nin performansını zayıf görüyorum. Hatta gittikçe de zayıflayan bir resimdir bu.
Beni böyle söyleten bulgular şöyledir: 2003-2016 dönemi 14 tam yıl eder. 14 tam yılın ortalama büyüme hızı % 4.6 dır. Bu bir rakam. Çok mu az mı henüz bilmiyoruz.
Bu % 4.6’yı neyle karşılaştırmak gerek?
Çok anlamlı bir mukayese yapabilmek için ben en geniş bir dönemle mukayese yapmak istiyorum. 1946-2002 arası. 1946 çok partili döneme geçtiğimiz yıl. 2002 Ak Parti’nin iktidara geldiği yıl. Bu dönem tam 57 yıllık bir dönemdir. Bu dönem ayrıca en büyük siyasi, sosyal ve ekonomik sıkıntıların da yaşandığı bir dönemdir.
Yani 1946 demek İkinci Dünya Savaşı’nın artçı etkilerinin devam ettiği bir dönem demektir. Daha sonra 1960 İhtilali, 1971 Darbesi, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı demektir. 1980 İhtilali, 1999 büyük depremi var demek. 1994 ve 2001 krizleri de var demektir. Ne kadar büyük olumsuz işler varsa bu dönemin içinde vardır. Bunun ortalamasına bakalım.
Bu 57 yılın yıllık ortalama büyüme hızı, her yıl üst üste % 5.1’dir. Üç askeri darbe, bir büyük deprem, iki ekonomik kriz, bir sürü sıkıntıya karşılık 57 yılın ortalaması yıllık ekonomik büyüme hızı, üst üste yüzde 5.1. Bunlarınki, AKP, 2003-2016, dünyanın ve Türkiye’nin çok daha olumlu bir döneminde yüzde 4.6.
"Bu son 10 yılın yani 2007-2016 döneminin ortalama büyüme hızı ise çok daha düşüktür, % 3.3. Demek ki Ak Parti’nin ekonomik performansı çok zayıf bir performanstır"
Burası çok çarpıcı. Ak Parti dönemi geçmişin hem içerde hem dışarda büyük zorluklarla dolu yıllarından daha zayıf bir büyüme performansı yakalayabilmiş. Öyle mi?
Evet, aynen öyledir. Dahası da var. Ak Parti’nin ilk dört yılını çıkarırsak, ilk dört yılını şundan dolayı çıkaracağız, bir münasebetle başka bir analize gireceğim. 2007’den itibarenki dönem, 2007-2016, benim tabirimle, “süzme bal Ak Parti dönemi” denilebilecek bir dönemdir.
Çünkü 2003-2007 arasında “hükümet” tümüyle AKP hükümetleridir ama “devlet” yönetimi bir koalisyon mahiyetindedir. Bundan kastım şudur: Hükümet AKP hükümetleridir ama mesela Cumhurbaşkanı AKP’li değildir, yargı AKP kontrolünde bir yargı değildir mesela. Hatta böyle olmasını AKP yönetimleri hep olumsuz bir durum olarak da gösterirler.
Halbuki 2007’den itibaren Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, Meclis Başkanları hep AKP’li olmuşlardır. Milletvekillerinin çok büyük bir çoğunluğu Ak Partilidir, bütün büyük belediye başkanlıkları Ak Partilidir. Yani devlet ve hükümet birimlerinde tam bir Ak Parti dönemi vardır. Bu bakımdan bu döneme ben süzme bal bir AK Parti dönemi diyorum.
Bu son 10 yılın yani 2007-2016 döneminin ortalama büyüme hızı ise çok daha düşüktür, % 3.3. Demek ki Ak Parti’nin ekonomik performansı çok zayıf bir performanstır. Rakamlarla konuşursak böyledir.
Bu performansı geçmiş dönemlerle karşılaştırınca ne görüyoruz?
Bakalım tabii. Neticede başka tek başına iktidar olan dönemleri de var Türkiye’nin. Mesela, 1950-60, 10 yıl Demokrat Parti dönemi var. 1965-71, 5 yıl Adalet Partisi dönemi var. 1983-89 6 yıl Anavatan Partisi dönemi var. Bu dönemlerle de bir mukayese yapalım: Ortalama yıllık büyüme hızları olarak: 1950-1960 DP % 6.3, 1965-1971 (1966-1970) Adalet Partisi dönemi % 6.0, 1983-1989 ANAP dönemi % 4.9. Görüldüğü gibi bu dönemlerin de her biri AKP döneminden, 2003-2016, % 4.6, hele hele son 10 yılı, 2007-2016 % 3.3, büyümesinin üstünde bir ekonomik performans göstermişlerdir.
1960’lar ve 1970’ler bir yandan da siyasal krizler dönemi. Ama o dönemlerdeki “tek parti hükümet dönemleri” ekonomik performansları itibariyle bugünden daha iyi görünüyor. Öyle mi?
Hatta biraz daha açalım, daha iyi anlaşılsın. 1960’lar ve 70’lerde çok daha karmaşık bir dönem daha var. İlk üç Beş Yıllık Kalkınma Planı dönemi, 1963-1977, kesintisiz 15 yıl. 1963 yılında İsmet Paşa Başbakan ve koalisyon hükümeti var. 1965’de Süleyman Demirel başbakan. 1971’de askeri darbe muhtıra sonrası “Beyin Kabinesi” dedikleri teknokratlar hükümetleri var. 1973-74 CHP-MSP Koalisyon Hükümeti ve Ecevit başbakan, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı var. 1975-77 Süleyman Demirel’in Milliyetçi Cephe hükümetleri olarak anılan 5 partili koalisyonlar var. Yani siyaseten çok karmakarışık bir dönem. Bu 15 yılın her yıl üst üste ortalama büyüme hızı da % 5.9. Çok yüksek, çok başarılı.
Gerçekten Türkiye’nin istikrar da olunca % 6’ları rahat bir şekilde aşabilecek bir ekonomik potansiyeli var. Ekonomik alt yapısı var.
"Türkiye 1991 yılında da dünyanın 17. büyük ekonomisi idi. 1991’den 2002’ye kadar hep böyle giden bir ekonomidir. İlk defa şimdi 2016 yılında 19. olduk. 1991’de 17. olan ekonomi 2016’da 19’a düştü. Önümüzdeki yıl 20’ye düşecek gibi görünüyor"
Zayıflar ama kendilerini topluma çok başarılı bir iktidar olarak sunuyorlar.
Bu başarı devamlı olarak “üfledikleri efsanelere” dayanıyor. Bir kaç gün önce Sayın Cumhurbaşkanımız TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısında da dedi ki ekonomide AK Parti olarak mucizeler yarattık. Aşağı yukarı son 10 yıldır Ak Parti ekonomide “dört efsane” gerçekleştirdiğini söyler. Bunlar şunlardır:
Bir, Türkiye’yi dünyanın 17. büyük ekonomisi yaptık . İki, IMF’nin borcunu sıfırladık. Üç, Milli geliri 3 katına çıkardık. Dört, kişi başına düşen milli geliri 3 kat arttırdık diyor. Bunların dördü de doğru değildir.
Bu dört konuyu gündeme getirerek kendilerini başarılı sayıyorlar. Bu konulardaki başarılıyız söyleminin efsane olduğunu söylüyorsunuz. Nedir bu dört konuda gerçek durum.
Şimdi bunlara tek tek cevap verelim. Efsaneyi çökertelim. Bir, “Türkiye’yi dünyanın 17. en büyük ekonomisi” yaptık diyorlar. Türkiye 1991 yılında da dünyanın 17. büyük ekonomisi idi. 1991’den 2002’ye kadar hep böyle giden bir ekonomidir. İlk defa şimdi 2016 yılında 19. olduk. 1991’de 17. olan ekonomi 2016’da 19’a düştü. Önümüzdeki yıl 20’ye düşecek gibi görünüyor. Birinci efsanenin çöküşü bu.
İkinci çöküş “IMF’ye borcu sıfırladık” söylemidir. Zımnen ve üstü kapalı olarak burada demek istiyorlar ki biz “dış borcu sıfırladık”. 2002 yılında kamu sektörünün dış borcu 64 milyar dolardır, bunun 22 milyar dolarlık dilimi IMF’ye olan borç, kalan 42 milyar da normal kamu dış borcudur. Bu IMF borcu 2001 krizi münasebetiyle alınmış bir kredidir ve bu kredinin çok büyük bir bölümü hatta neredeyse tümüne yakını daha sonraki AKP hükümetleri tarafından kullanılmıştır. Ama o kullandı bu kullandı diye bakmayalım biz. Tekrar edelim 2002 yılında iktidara geldiklerinde kamu sektörünün 64 milyar dolar borcu varmış. Bunun 22 milyarı IMF, 42 milyarı normal borçmuş. 2016 sonu itibariyle kamunu dış borç rakamı 122 milyar dolardır. Bu ne demek, dış borç neredeyse 2 katına çıkmış. Bu bir. Türk özel sektörünün dış borcu 2002 sonunda 43 milyar dolar imiş. 2016 sonu itibariyle toplam dış borcu 299 milyar dolar. Tam 7 kat artış olmuş. Kamu sektörünün 2 kat, özel sektörün 7 kat artmış. Şimdi bu ikisine beraber bakıldığı zaman “ülkenin dış borçluluğu” normalin çok ötesinde bir artış olmuş. Ülkenin dış borçluluğu tam dört kat artmış. Bu da ikinci efsanenin çöküşüdür.
Geriye milli gelir ile ilgili hususlar kalıyor.
Evet. Üçüncüsü, “milli geliri 3 kat arttırdık” diyorlar. Aslında bunu tam 10 sene öncesinden itibaren söylüyorlar. Bu tür büyüklükler bir “cari fiyatlarla” ölçülür, bir de “sabit fiyatlarla” ölçülür. Diyelim ki ABD dolarıyla ölçüyorsunuz ve ABD’de enflasyon çok yüksek oldu. Dolar cinsinden ölçmüş olsanız bile gerçekçi bir rakam olmaz. Enflasyonist bir artış olur. O yüzden bazı yaklaşımlar itibariyle cari fiyatlarla da bir analiz yapılabilir olsa bile, asıl sabit fiyatlarla bakmak lazımdır.
Cari fiyatlarla 2002 yılı milli geliri 231 milyar dolardır, 2016 sonunda 700 milyar dolar. Bunu birbirine bölünce 3 eder. Yani 14 senede 2 misli artmış gibi görünür. Oysaki buna böyle bakılmaz. ABD’deki enflasyon var, Türkiye’deki enflasyon var. Enflasyonlardan arındırılmış şekilde bakarsak buna sabit fiyatla bakmak denir. Bizim en son kullandığımız sabit fiyat 1998 yılı sabit fiyatlarıdır. 1998 yılı dolar fiyatlarıyla bakıldığı zaman Türkiye milli geliri 2002 yılında 280 milyar dolar, 2016 yılı sonunda da 520 milyar dolardır. Bunu buna böldüğünüzde 1.85 eder. Yani 14 yılda Türk ekonomisi 1 kat bile büyüyememiş demektir. Ancak 0.85 büyümüş. Bu da hiç te parlak bir sonuç değildir.
Dördüncüsü olarak kişi başına milli geliri vurgulamıştınız.
Evet. Kişi başına düşen milli gelirdeki yüksek artış gibi görünen gelişme de daha çok “döviz kuru”yla ilgilidir. Kişi başına düşen milli gelir 2002’de cari dolar fiyatlarıyla 3 492 dolar iken 2016’da 9 200 dolardır. İlk bakışta 2.6 kat artış olmuş gibi görülüyor. Oysaki onun normali yine sabit fiyatlarla baktığınızda bu rakamların gerçek değeri 2002’de 4 241 dolar, 2016’da 6 600 dolardır. Demek ki 2002’yle 2016 arasındaki artış sadece % 1.5 kadardır. % 260 gibi görünen şey sadece % 155 tir. Hem de 14 senede.
Bir başka ve daha dramatik bir durum da şudur: Kişi başı milli gelir cari fiyatlarla 2008 yılında 10 444 dolar. Buradan 2014 yılına kadar tamamı yerinde saymış bir dönemdir. 2008 de 10 444, 2014 te 10 390 dolar. Tam 7 sene tıkanıp kalmış. Tam bir patinaj hali. Buna Sayın Mehmet Şimşek ve Sayın Ali Babacan’ın ve bazı ilgililerin buldukları bir mazeret ve bir laf var, kulağa da hoş geliyor, “orta gelir tuzağı”. Orta gelir tuzağı filan değil kardeşim. Gelmiş, tıkanmış, kalmış işte. Ayrıca çekip çıkaramamışsınız işte. Ne tuzağı imiş. Kaldı ki artık patinajda bile değil, aşağıya doğru inmeye başlamış bulunmaktadır. 2015’te bu rakam 9 286 dolar, 2016’da 9 200 dolara gerilemiş bulunmaktadır. Bir başka efsanenin çöküşü de budur.
"1998 yılı dolar fiyatlarıyla bakıldığı zaman Türkiye milli geliri 2002 yılında 280 milyar dolar, 2016 yılı sonunda da 520 milyar dolardır. Bunu buna böldüğünüzde 1.85 eder. Yani 14 yılda Türk ekonomisi 1 kat bile büyüyememiş demektir. Ancak 0.85 büyümüş. Bu da hiç te parlak bir sonuç değildir"
Bütün bu dört maddeyi söylemekle muradınız ne oldu?
Çok açık. Ak Parti’nin ekonomide bir başarı hikayesi yoktur.
AKP dönemini kendi içinde alt dönemlere ayırmak mümkün mü?
Evet. Hem de ayrıca çok iyi olur. Ben devlet planlamacılığından geliyorum. Biz bu tür durumlara 5’er yıllık dönemler itibariyle bakarız. Devlet Planlama Teşkilatı, DPT’de bizim için en kısa vade 1 yıllıktır. Bu 1 yıllara da 5 yıllık bir çerçeve içinde bakarız. Böyle bir yaklaşımla Ak Parti’nin 14 yıllık kesintisiz iktidar dönemini birbirinden kesin çizgilerle ayırabilecek 3 tane 5 yıllık dönem halinde analiz etmek mümkündür.
Buradan aynı zamanda Anayasa Referandumu’na doğru da gelmek istiyorum.
Birinci beş yıllık dönem, 2003-2007, ikncisi 2008-2012, üçüncüsü de 2013-2017.
İlk beş yıllık dönem, yani 2003-2007 yıllarında hükümetler Ak Parti hükümetleridir ve TBMM’de de çok büyük bir sayısal çoğunluğu da vardır. Ama devlet yönetiminde sadece Ak Parti yoktur. Devlet yönetiminde sanki bir koalisyon mahiyeti vardır. Devlet yönetiminde “Cumhurbaşkanı” var. Cumhurbaşkanı Ak Partili değil. “Yargı” var, tarafsız gibi ama Ak Partili değil. Yani devlet yönetiminde sadece tek parti yönetimi yok. Üçüncü bir faktör medya. Medya nötr, normal bir medya var. Bir başka önemli unsur “yüksek kamu bürokrasisi”, yani müsteşarlar, genel müdürler, vs ve onların yardımcıları, bunlar da Ak Partili değil. Devletin yetiştirdiği önceki dönemlerden gelen insanlar. Hepsini bir anda görevden almış değiller, ayrıca almak da istediler ama özellikle cumhurbaşkanının da imzası gerekli olan hallerde bunu yapamadılar.
Bu devlet yönetimindeki durumdu. Bir de Ak Parti’nin kendi içinden bakalım. Sayın Cumhurbaşkanımız, Recep Tayyip Erdoğan Bey, partinin lideri ama mutlak bir lider konumunda değil. Bir anlamda “eşitler arasında birinci” gibidir. Abdullah Gül Bey var, Bülent Arınç Bey var, Abdüllatif Şener Bey var, başka önde gelen şahsiyetler de var. Kuvvetli bir liderlik kadrosu da var yani. Zaten böyle olduğu içindir ki de bu kadro kendi içinden daha sonra Cumhurbaşkanı, Başbakan, Meclis Başkanları, Başbakan Yardımcıları çıkardı . Yani mutlak bir tek adamlık yok. Bir kuvvetli kadro yönetimi var
Bir diğer çok önemli unsur “başka partilerden gelmiş olan siyasi kadrolar” var. Kabinede eski Anavatan Partisi’nden gelmiş bakanlar var, Doğru Yol Partisi’nden gelenler var, MHP’den gelenler, hatta CHP’den gelenler var. Bütün bunlar bize şunu gösterir ki bu ilk beş yıllık dönem mutlak bir Ak Parti dönemi sayılmaz.
Buna göre bu dönemin ekonomideki performansı, belki de bu yüzden çok parlak olmayabilir diye düşünülebilir. Yakından bakalım durum ne olmuş. Bu ilk 5 yılın, 2003-2007, yıllık ortalama büyüme hızı % 7.0’dır. En ölçülebilir tarafı budur. Bu yüzde 7.0’lık büyüme hızı hem Ak Parti’nin kendi dönemlerine hem de Türkiye’nin başka parlak dönemlerine göre bile çok yüksek ve çok başarılı bir performanstır. (İlave bir ekonomik analiz olarak ekonominin borç-harç durumu başka bir analiz gerektirir ama şimdilik onu bir bahs-i diğer olarak görelim). Haliyle bu dönemde zenginlik ve refah vardır ve halk memnundur, dünya memnundur. Avrupa Birliği, AB ile üyelik müzakereleri başlamıştır, filan.
Bunun sonucunda Ak Parti’nin 2002 seçimlerinde aldığı % 34.5 oy halk tarafından ödüllendirilerek 2007 seçimlerinde neredeyse yüzde elli artışla % 47’ye çıkarılmıştır. Bunlar birinci dönemin objektif bir gözle özellikleridir.
İlerleyen dönemlerde ne oldu?
İkinci dönem 2008-2012 bir ara dönem ya da geçiş dönemi mahiyetindedir. Tam bir müstakil dönem özellikleri arz etmez.
Üçüncü dönem 2013-2016 dönemidir. Bu dönemde Sayın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 2014 ortasında halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı da olduktan sonra artık mutlak birinci adamdır. Yanına yaklaşabilecek bir ikinci adam bile artık ufukta bile görünmemektedir. Mutlak egemen sadece O’dur. Devletin mutlak egemeni O’dur, Parti’nin mutlak egemeni O’dur, Hükümet’in mutlak egemeni odur. Yargı da artık mutlak kendi kontrolündedir. Bir başka unsur medya mutlak kontrol altındadır.
Tamam, belki de böyle bir yönetim daha iyidir ve daha başarılı sonuçlar yaratmış da olabilir. Bir de bu dönemin ekonomik sonuçlarına bakalım o zaman. 2013-2016 yılları arası ortalama büyüme hızı % 3.0’tür. Allah allah. Birinci dönem neydi % 7.0. Bu dönem onun yarısı bile değil, yarısının bile altında. Ayrıca 2016 yılında ise yüzde 3.0’ın bile altına düşülmüş, % 2.9.
Başka bir husus da şudur: İlk üç Beş-Yıllık Kalkınma Planı dönemi vardı ya, 1963-1977, bu 15 yılın içinde tek bir tane bile % 3’ün altında % 2’lerle ifade edilecek yıllık büyüme hızı yoktur. O kadar olumsuzluklarla dolu bir dönemde bile tek bir tane % 2 yok. AKP’nin son 5 yılına bakalım, bu son beş yılda tam üç tane 2012, 2014 ve 2016 % 2’li rakamlarda büyüme hızları oluşmuş.
Neyin sonucu bu?
Mutlak tek adamlığın sonucu. Her şeye tam hakim tek adamlık. Buradan şöyle bir kuvvetli çıkarımda bulunabiliriz artık herhalde. Bu tek adamlığa doğru gidiş iyi bir şey değildir. Devlet AK Parti, Hükümet Ak Parti, kamu yüksek bürokrasisi Ak Parti, Yargı AK Parti, medya AK Parti, tamamı mutlak Ak Parti. Ama ekonomik sonuçlar başarısız. Demek ki bu o kadar da iyi bir şey değilmiş.
Tek adamlığın zayıf ekonomik performansıyla anayasa değişikliği arasında bir ilişki kurmak mümkün görünüyor o zaman, öyle mi
Kesinlikle öyle. Aslında benim deminden beri getirdiğim analiz biraz da bunun iyice anlaşılabilmesi içindir.
Referandum’da kabul edilmiş olan Anayasa artık tam anlamıyla bir tek adam Anayasasıdır. Hatta ben buna referandum çalışmaları sırasında bu bir Anayasa değil, bir “Banayasa” dır dedim. Gerçekten de “kişiye özel” bir banayasadır.
Anayasa değişikliğinin ekonomik sonuçlarıyla ilgili nasıl bir öngörü yapabiliriz?
Şundan katiyetle emin olmak lazımdır ki, bu tür durumlarda bu yıllık büyüme hızları % 3’lerde bile kalmaz daha da aşağılara iner. Konunun demokrasi, insan hakları, vs bölümlerinden başka bu anayasanın en zayıf halkası aynı zamanda ekonomiyle ilgili olan durumudur da. Çünkü ekonomiler tek adamların verdiği kararları sevmez. Ekonomide karar alma süreçleri daraltıldıkça oradan iyi kararlar çıkmaz. Ekonomiler çok çeşitli kadrolar ve çok çeşitli analizlerden geçen programları sever.
İçinde bulunduğumuz 2017 yılı ile ilgili olarak ekonomimizin ciddi sıkıntılarının olduğunu da söylememiz lazımdır. Bu sıkıntıların başında “döviz sorunu” gelir. Ama dünyayla ilişkiler iyi gibi iken bu durum çok sorun olarak görülmüyordu. Ama şimdi dünyayla da kötüyüz, hatta çok kötüyüz. “Ey Avrupa”, “Ey IMF”, “ Ey reyting kuruluşları” diye naralandığımız zaman daha da kötü oluyoruz. Niye dış borç alıyoruz biz? İhracatımız ithalatımızı karşılamıyor. Arada büyük denilebilecek bir fark var. 14 yılın bütününde 2.4 milyar dolar ithalat 1.6 milyar dolar ihracat yapmışız. 773 milyar dolarlık dış ticaret açığımız var. Döviz kazandırıcı başka kalemlerimizi hesaba katınca net olarak döviz giderlerimizle döviz gelirlerimiz arasındaki açığımız, yani “cari işlemler açığımız” 511 milyar dolardır. Bu demektir ki biz bu 511 milyar doları dışarıdan borçlanarak kapatabiliyoruz. Demek ki son 14 yılda AKP döneminde yıllık ortalama 36-37 milyar dolar cari açığımız oluşmuş.
Bu senenin durumu nasıl görünüyor
Bu sene de yaklaşık 200 milyar dolar taze borç-kredi bulmamız gerekecek. Kamu kesiminin 122 milyar dolarlık dış borcunun bu seneye, 2017 yılına düşen yaklaşık 15 milyar dolarlık ana para ve faiz ödemesi var. Bu sene oluşacak olan cari işlemler açığı da yine 30-35 milyar dolar civarında olacaktır. Etti sana 50 milyar dolar. Özel sektörün de borcu var. Onun da bu yıla isabet eden kısmı 130-135 milyar dolar gibi bir rakamdır. Üçünü toplarsak 185-200 milyar dolar taze borç-kredi para bulmamız lazımdır.
Bu parayı da dışarıdan bulacağız. Kimden borçlanacağız?
Tabii ki ekonomisi bizden iyi durumda olan ülkelerden. Hatta “eyy” diye naralandığımız ülkelerden. Dünyada iyi ekonomiler yüzde 1’ler civarında bir faizle bu dövizleri bulabiliyorlar. Türkiye’nin borçlanma kabiliyeti son yıllarda çok zayıf ve faizler de dünyaya göre çok yüksek. Bu elbette aynı zamanda çok da riskli bir durum da yaratmıyor değil. Şimdi ise hemen herkesle çok daha kötü ilişkiler içindeyiz. Böyle olunca 200 milyar doları döndürsek bile bunun çok pahalı bir şekilde olacağı açıktır. Bu durumda ne olur? Büyüme trendi daha da düşmeye başlar, işsizlik artışa geçer, enflasyon artar, ek dış finansman bulma kabiliyeti zayıflamaya başlar. Bunlar daha da kötü hallere doğru götürür bizi. Bir Rusya krizi bizi nerelere götürdü, hep birlikte ve açıktan izledik.
Bu bağlamda olmak üzere söylüyorum, bizim en önemli döviz kazandırıcı sektörlerimizin en başında Turizm sektörü gelir. Turizm tek başına en büyük istihdam, iş ve döviz kazandırıcı sektörümüzdür. Turizmde her yıl 30-35 milyon turist gelir, 30 milyar dolar turizm gelirimiz olur. Bu sene dış politikadaki çok yanlışlar dolayısıyla en az 10 milyon turist az gelecektir. Bu demektir ki 10 milyar dolar civarında turizm gelirimiz azalacak demektir. Bu rakam çok büyük bir meblağdır.
Yaş meyve sebze ihracatımız da öyledir. Suriye’de yapılan hatalar, Rusya, Hollanda, Almanya krizleri münasebetiyle bu sene kaybedilecek döviz geliri, turizm ve yaş meyve sebze ihracatı ile birlikte 15 milyar doları bulacak gibi görünmektedir. Tek adamlığın olumsuz etkileri biraz da bu demektir.
Tek adamlık tartışmaları bizi devletin ekonomideki rolünü yeniden düşünmek durumunda bırakıyor. Çağdaş dünyada nasıl tanımlanıyor devletin ekonomideki rolü? Tek adam rejimi bu tanımlamaya uygun mu?
Devletin her zaman ekonomide rolü vardır, bu kaçınılmazdır ve doğrudur da aynı zamanda. 21. yüzyılda devletin ekonomideki rolü ülkelerini global rekabete hazırlamaktır. Global uluslararası platformlarda yarışır halde olmalıyız. Global platformlarda yarışamayan ülkeler çok geri kalacaklardır. Bu da zannedildiği kadar kolay bir iş değildir elbette.
Bunu ölçebilmek, bir fikir sahibi olabilmek amacıyla World Economic Forum, Dünya Ekonomik Forumu 2012’de bir Global Rekabet Endeksi’ni icat etti. Endekste 12 temel kriter vardır.
Bunlardan birincisi “kurumlar”dır. Çok önemli. İkincisi “altyapı”. Ekonomiyle ilgili alt yapı olacak. Diğerleri, sırasıyla, makroekonomik iklim, sağlık, eğitim, piyasaların verimli çalışıp çalışmadığı, emek piyasasının iyi çalışıp çalışmaması, teknoloji adaptasyonu filan.
2012’de analiz edilen 138 ülke var endekste. Türkiye 44. sıradaydı. Aradan 4 sene geçti, yılında 44. sıradan 55. sıraya düştü Türkiye.
Bu kötü gidişatı taşıyamaz Türkiye. Böyle olunca ne olur? Büyüme birkaç sene % 2’lerde devam ettiği zaman çok yüksek durgunluk, işsizlik, iflaslar, sosyal kargaşalara götürür. Yolsuzluklar da kaçınılmaz olarak ayyuka çıkar.
Son olarak bir de “Dördüncü Sanayi Devrimi”nden bahsedelim. Birinci Sanayi Devrimi üretimin mekanize edildiği dönemin adıdır. Bu su ve buhar makinelerinin kullanıldığı dönemdir. İkinci Sanayi Devrimi elektriğin üretimde kullanılması dönemidir. Üçüncü Sanayi Devrimi üretim bantları ve toplu üretim aşamasıdır.
Dördüncü Sanayi Devrimi “dijital devrim”. Kulağa da hoş geliyor. Fabrikaların insanlar tarafından değil robotlar tarafından yönetilmesi. İster global rekabete hazırlanmak, ister robotics çağına geçmek diyelim, bunun en önemli unsurlarının başında çok üstün eğitimli bir işgücünün hazırlanması gerekmektedir. Teknolojik bir iş gücü, yüksek teknik eğitim seviyesi. Ülkenin bütün güçleri ve kudretlerinin neredeyse buna tahsis edilmesi lazımdır.
Bunu AK Parti’den ve Sayın Cumhurbaşkanından beklemek fazla hayalcilik olacaktır.
1.SAYI "Hayır"ı Anlamak

Turgut Kazan: “16 Nisan, Türkiye’nin Anayasasızlaştırılması Harekatıdır.”
07 Haziran 2017, Çarşamba
Ümit Özdağ: “16 Nisan referandumu kirlidir”
07 Haziran 2017, Çarşamba
İlhan Kesici- AKP’nin ekonomik başarısı “üfledikleri efsaneler”den ibarettir
07 Haziran 2017, Çarşamba
Ercan Karakaş: Referandumda Kazanan ‘Demokrasi Bloğu'dur
07 Haziran 2017, Çarşamba
Yunus Emre: CHP, Referandum ve Hayırlar
07 Haziran 2017, Çarşamba
Burak Cop - Üç farklı araştırmanın ışığında Hayırcılar
07 Haziran 2017, Çarşamba
Emre Bağce- Referandum Sürecinde ve Sonrasında Saadet Partisi’nin Kritik Rolü
07 Haziran 2017, Çarşamba
Faik Çalışan: Kuvveden Fiile “Hayır” Hareketi
07 Haziran 2017, Çarşamba
Güven Gürkan Öztan: Saray Aritmetiğinde Yanlış Hesap: AKP’li Fireler Üzerine
07 Haziran 2017, Çarşamba